Kategori arşivi: Mehmet Buğra Çiçek

Muhteşem 3’lü Kurma Sevdası

YÜZÜK MÜ? EGO MU?

Yıl 2007… Mevsim Yaz…

Yaklaşık 10 yıldır sürekli rebuilding yapmaya çalışan ama istenen seviyenin yakınına bile yaklaşamamış bir takım ve bu takımın bir mensubu olan NBA’in en değerli oyuncularından biri;

12 yıl boyunca sırtında taşıdığı, etrafına bir türlü doğru parçaların eklenemediği takımıyla sadece 1 kez Play-Off ilk turunu geçebilen bir MVP;

Küçük takımların çok büyük balığı, sessiz sedasız işini gören büyük skorer, takımından dolayı Play-Off’ta pek gözükmeyen bir All-Star…

Larry Bird gibi bir efsaneyle finalden aşağısını başarısızlık gören bir şehrin yıllardır süren paspaslığa daha fazla tahammül edemeyeceği artık belli olmuştu o yazın başında. Ve artık Bird’lü efsanenin bir parçası olan GM Danny Ainge’in sonsuz kredisi tükenmek üzereydi…

Bir şeyler yapmak gerekiyordu artık…

Draft günü geldiğinde Kevin Durant’î ikinci sıradan seçip yeni bir temel oluşturmaya karar veren Sonics, Rashard Lewis’le de imzalamayarak yeni bir yola girmeyi kafaya koymuştu bile. Bu yeni temelde lider Durant olmalıydı ve engeller kaldırılmalıydı. Bunu gören Danny Ainge 5. sıradan Jeff Green’i seçti ve Wally Szczerbiak, Delonte West ile birlikte Ray Allen karşılığında Seattle’a yolladı…

İlk bakıldığında bu hamle klasik taraftarı susturma hamlesi olarak görülmekteydi zira takımın Paul Pierce ve Ray Allen dışındaki parçaları yerli yerinde duruyordu ve bir ilerleme gösterecekleri de yoktu. Bu haliyle son sıralardan Play-Off yapacak bir takım görüntüsündeydi Celtics ve taraftar hala mutlu değildi…

31 Temmuz günü ofisinde oturan Danny Ainge’in cep telefonu çaldı. Celtics efsanesinin bir diğer parçası Timberwolves GM’i Kevin McHale’di arayan. “Kevin Garnett’e karşı ne verirsin?” diye sordu Danny’e. Bu soru karşısında şaşkına dönen Ainge purosunu viski bardağına düşürdü. “Ne istersen” diye cevap verdi kendine gelince. McHale çok ciddiydi çünkü ardı ardına gelen başarısızlıklardan dolayı artık isyan bayrağını çeken süper yıldızını ikna edemiyordu. “Takımının yarısını alırım” dedi eski dostuna ve gerçekten de Al Jefferson, Ryan Gomes, Gerald Green, Theo Ratliff, Sebastian Telfair ve 2009 ilk tur draft hakkını istedi. Hala kendini toparlayamayan Danny Ainge sadece “Draft hakkı ilk 3’ten olursa vermem” diyebildi. McHale ise zaten Allen-Pierce-Garnett’li takımın lotaryaya düşmeyeceğini biliyordu… Anlaştılar…

Telefon kapandığında ofisinde ne olup bittiğini anlamaya çalışan Danny Ainge hemen ekibini topladı ve olanı biteni anlattı. Danny sözünü bitirdiğinde herkes takvim arıyordu tarihin 1 Nisan olup olmadığına bakmak için… Ama gerçekti Kevin Garnett artık bir Celtic’ti… Danny Ainge herkese ikinci çekmecedeki Küba’dan getirttiği purolardan uzattı ve muzaffer bir komutan gibi tebrikleri kabul etti…

McHale ise telefonu kapatır kapatmaz 21 numaralı oyuncunun telefonunu çaldırdı. Ancak aranan kişi telefonu görmesine rağmen yeteneksizliğinden ötürü artık uyuz olduğu bu adamın çağrısına cevap vermiyordu. En sonunda bir kısa mesaj düştü telefonuna. “Celtics’e takas oldun!” Mesajı görür görmez hemen geri dönen Kevin bu habere inanamıyor artı sevinemiyordu da. Çünkü Boston yıllardır dipteydi ve oyuncularının yarısını kendisi karşılığı kaybetmişti. Bir süre gitmek istemedi Boston’a ancak sonunda Allen ve Pierce ile konuşunca ikna oldu ve takasa onay verdi.

Sonrası bilinen hikaye. Normal sezonda önüne geleni darmadağın eden Yeşiller Play-Off’un ilk iki turunda zorlanıp insanların aklına kuşku düşürse bile yine de sezonu şampiyon bitirdi. Sonraki yıl sakatlıklardan dolayı doğu yarı finalinde Magic’e 7 maçta elendiler fakat geçtiğimiz yıl sağlıklı kalınca neler yapabileceklerini NBA Finallerine çıkıp 7.maçta kıl payı kaybederek gösterdiler… Ve bu seneye de çok iyi bir giriş yaptılar. Miami’yi iki kere yendiler ve Doğu’nun zirvesindeler…

Boston Celtics’i 4 yıldır NBA’in en korkulan takımlarından biri yapan en büyük etken tabii ki üç çok büyük oyuncunun bir araya gelmesiydi (ve yanlarına eklenen değerli rol parçaları). Ancak bunun kadar önemli bir olay vardı ki o da takımdaki rol paylaşımıydı! Takıma yeni eklenen iki süper yıldız, çok büyük anlayış ve olgunlukla takımın hücum liderinin Paul Pierce olduğunu açıkladılar. Bu büyük bir olaydı zira bahsedilen üç eleman da takımlarının bir numara hücum silahlarıydı Boston’a gelmeden önce. Hem de yıllardır! Ancak şampiyonluk için fedakarlık yapmak gerekirdi ve Ray Allen hücumu dışarıdan açacak anahtar, KG de savunmadaki kilit olmayı kabul etti… Zihinsel değişim her şeyden daha önemlidir böyle büyük egoların yaşadığı yerde. Ve onlar bunu başardı…

Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda görürüz ki Jordan’dan sonra, 2000’li yılların ortalarına kadar iki süperyıldız şampiyonluk için yeterli oluyordu. Ancak değişen sistemler gelişen basketbol bir kişiye daha ihtiyacın olduğunu bas bas bağırıyordu. Ama bilindiği üzere salary cap olayından dolayı pek mümkün olmuyordu bu birleşim. Ta ki Boston şartları zorlayıp başarana kadar… Ve artık bu günlerde yeni moda, onlar gibi yeni üçlüler bir araya getirmek oldu…

Yıl 2010… Mevsim Yaz…

Yıllardır beklenen zaman gelmiş, uzun zamandır bu günler için cap boşaltıp duran takımların, serbest kalan oyuncular karşısında iştahları kabartmıştı. Her gün yeni bir plan yeni bir dedikodu havada uçuşuyordu. Yaklaşık 3 yıldır bugünü bekleyen New York ve Donnie Walsh, Cavs’in 2010’da da şampiyon olamamasıyla ellerini açmış LeBron James’i bekliyordu. Keza sezon bittiğinde 45 milyona yakın cap boşluğu bulunan Heat de önce Wade’le tekrar imzalamak sonra da yanına bir ya da iki süper yıldız eklemeyi düşünüyordu. Nets ve Bulls da bu yaz söz sahibi olacak kadar cap boşluğuna sahiptiler. Ayrıca Clippers, Mavericks, Cavs de devreydi…

Bu yaz serbest kalan oyuncularsa cidden insanı heyecandan götürecek kadardı. LeBron James, Dwyane Wade, Dirk Nowitzki, Amar’e Stoudemire, Chris Bosh, Carlos Boozer, Rudy Gay ve bir dolu kalburüstü NBA oyuncusu…

Birçok takım birçok oyuncu… Herkes birbirleriyle görüşüyordu. Yazın ilk bombasını New York Amar’e’yi takıma katarak patlattı. Bu acele imzadaki amaç LeBron’un ikna olmasına katkıda bulunması dileğiydi tabii ki. Bu sırada Nowitzki Dallas’la yeni bir sözleşme yapmıştı bile. Daha sonra Heat, Wade ve Bosh ile imzaladı. Aynı gün Bulls da Boozer’ı Chicago’ya getirmişti. Artık herkesin gözü LeBron James’teydi. Tüm takımlar tekliflerini yapmış Kral’ın ağzından çıkacak “kararı” bekliyordu. LeBron James de “kararını” 8 Temmuz günü ESPN’de yayımlanacak bir saatlik “The Desicion” adlı programda, canlı yayında açıklayacağını duyurdu. O gün dünya durdu ve herkes televizyonun başına oturdu. Ve Kral James, Miami’nin Kral’ı Wade ve Toronto’nun Kral’ı Bosh ile birlikte bir Kralisyon kuracağını duyurdu. James artık bir Heat oyuncusuydu!!

Program bittiğinde birbirinden uzak iki farklı şehirde aynı anda sevinç çığlıklarıyla lanet nidaları el ele gökyüzüne yükseliyordu. Cleveland halkı ihanete uğramış hissediyordu ve her bir yanda 23 numaralı formalar yakılıyordu… Florida tarafında ise havalar her zamankinden daha sıcaktı. Artık yeni nesil bir üçlü kurulmuştu. Yine bir 2-3-4 numara ortaklığı ortaya çıkmıştı (Celtics gibi) üstelik daha genç bir grupla…

Heat GM’i Pat Riley’in yaptığı gerçekten takdire şayan bir olaydı. Ama hamleler bitmedi tabii ki. Ertesi gün sorunlu Beasley’i draft hakkı ve bir miktar para karşılığı Minnesota’ya takas etti. Yani 4 numarayı Bosh’a teslim etti ve yeni eklemeler için biraz elini rahatlattı. Ve daha sonra Udonis Haslem, Carlos Arroyo, James Jones, Joel Anthony’i yeniden; Mike Miller, Big Z, Juwan Howard, Eddie House’u transfer ederek kadroya kattı. Kadroda zaten bulunan Mario Chalmers’ı da unutmamak lazım.

2003 draftıyle lige giren bu üç süperyıldızın yeteneklerine ve geçmişte yaptıklarına bakıldığında insanın heyecanlanmaması elde değil gerçekten. NBA’in son iki yılki MVP’si, şampiyonluk yüzüğüne sahip bir finaller MVP’si ve defalarca All-Star olmuş Doğu’nun en iyi pota altı oyuncularından biri. Şüphesiz ki Miami Heat belki de tarihinin en güçlü kadrosuna sahip şuan eklenen parçalarla birlikte. Peki şampiyonluğun en büyük adayı mı? Bence değil!

Bir kere yaptığı transferlerle, Phil Jackson’la, Kobe Bryant’la, geçen yıldan ileriye giden bir Lakers var ortada. Rondo’nun yaptığı patlamayla hala kurşunu olduğunu gösteren, rövanş peşindeki Celtics; Carter’lı Howard’lı Orlando; Sağlıklı bir Spurs’ü bulacaklar karşılarında.

Evet, çok büyük oyuncular bir araya getirildi ama öncelikle bu takımın bir uyum dönemine ihtiyacı var. Çünkü her biri kendi takımında “Kral” olan üç oyuncu aynı takımda şimdi. Eski takımlarında bin şut atsalar kimsenin laf edemeyeceği elemanlar artık topu paylaşmak zorundalar. 7 yıldır aynı şekilde oynayan bu yıldızların öncelikle bu yeni duruma alışmaları gerek. Öncelikle kafada çözmeleri gereken şeyler var yani.

Bir takımın tek bir lideri olur her zaman. Oyuncular O’nun sözünü dinlerler, zor zamanlarda topu O’na verip kenara çekilirler. Çok başlılık başarıyı baltalayan ilk faktörlerden biri olmuştur hep. Şimdi Heat’in bir karar vermesi gerekecek. Son günlerdeki gelişmelere bakarsak Bosh bir adım geri atmış durumda bu liderlik konusunda. Wade ile James bakalım Heat’in kimin takımı olduğu konusunda nasıl davranacaklar. İkisinin de ikinci adam olmayı kabul edebileceklerini ben şahsen pek mümkün görmüyorum ki Wade’in de bu konuyla ilgili olarak söylediği “Geçen yılki rolümün değişeceğini sanmıyorum” sözü ne demek istediğimi açıklıyor sanırım. Umarım yanılırım ve Wade ya da James’ten biri geri adım atar. İşte o zaman gerçek bir hanedanla karşılaşabiliriz.

Hala ihtimalli konuşmamızın sebebi var tabii ki. O da coaching durumu. Zira Erik Spoelstra bu takımı nasıl kontrol edebilecek ya da edebilecek mi sorusu Miami’nin sezona yavaş başlamasıyla yüksek sesle dile getirilmeye başlandı artık. Dediğimiz gibi hala bir uyum süreci yaşıyor Heat ve Kralları… Ama kenara bakıldığında da değil Kral, Prens bile olmayan bir adamın takımı yönetmesi de bu süreçte etkili olsa gerek.

Takım bu hızda giderse sanıyorum ki Pat Riley’i kenarda o jöleli saçlarıyla, karizmasıyla görebiliriz. Ki işte o zaman işte Miami, Lakers’ın karşısına dikilebilir. Çünkü bu kadar büyük oyuncuya/egoya daha büyük bir Coach gerekir. Oyuncu kenara baktığında biz beceremesek de Coach bu maçı çevirir diyebilmelidir. İşte Pat Riley de geçmişte defalarca gösterdiği üzere bu iş için biçilmiş kaftandır. Belki Spoelstra’nın yerine geçmesi yine etik olmayacaktır ama takım için gerekli olanı yapmakta şüphe edeceğini zannetmiyorum ben.

Sonuç olarak diyebiliriz ki Miami Heat eğer ego savaşına girmez, gerçek bir Looser olan LeBron James (geçen yıl Boston serisinde yaptıkları akıllarda hala), gerçek bir Winner Wade’e direksiyonu teslim ederse ve Pat Riley bench’e geri dönerse Miami bu sene Doğu şampiyonu olabilir ve yeni eklemelerle iyice güçlenen şampiyon Lakers’ın karşısına dikilecektir. Finalde ne olur bilinmez ama bu mevcut yapı korunduğu takdirde ilerleyen senelerde Heat’in şampiyonluk kazanacağını söylemek kehanet değil…

Miami’deki bu rüzgar, değişim, şampiyonluk dilekleri, diğer takımları da yeni büyük üçlüler bir araya getirme hevesine soktu. Şu aralar bu konuda aktif olarak çalışan New York Knicks, televizyon başında uğradığı hüsranı yeni bir Big-Three kurarak yok etmeye çalışmakta. Denver’dan ayrılmak istediğini açıklayan Carmelo için her yolu deneyen Knicks, sezon öncesi Chris Paul’ün de takasını istemesiyle bu amacına ulaşmak üzereydi. Ancak Paul takımda kalmaya ikna oldu ve Batı’yı sallamakta meşgul kendisi ve Knicks’e gelmesi artık imkansız gibi. Knicks’in yeni hedefi ise yine bir ara ilgilendiği Tony Parker. Takım arkadaşı Brent Barry’nin eşiyle, kendi eşini aldattığı ortaya çıkan Parker’ın Spurs’deki günlerinin sayılı olduğunu düşünürsek (Spurs aileye çok önem veren, güvenin üst düzeyde olduğu bir yapıdır, böyle bir ilişki onlara bayağı terstir), şuan ihtimal dahilinde olsa da Knicks’in kuracağı bir Parker-Melo-Amar’e üçlüsü de kulağa yeterince korkutucu gelmekte…

Bitirirken diyebiliriz ki, basketbol gelişiyor, savunmalar sertleşiyor, insanlar artık daha çok düşünüyor oyun üzerine. Böyle olunca mucize yaratacak oyuncu ihtiyacı her geçen gün daha da artıyor. Ancak yine de takım denen şey başkandan malzemeciye kadar uzanan bir bütündür ve kim gelirse gelsin kimyasız bu işler olmaz. Son olarak formül vermek gerekirse; Başarı = En az 2 Süperyıldız + 1 Lider + Takım Kimyası…

Mehmet Buğra Çiçek, 3SAYI

Bu yazı 3SAYI Aralık 2010 sayısında yayınlanmıştır. 26. sayımız

NBA’deki Temsilcilerimiz

Şuan itibariyle 64. sezonunu yaşadığımız NBA’de ilk sezondan itibaren (1946/47), bu oyunu bulan Amerikalı ağabeylerimizin yanında, eski kıtalardan gelen yabancı oyuncular boy gösterdi hep. Yeni kıtanın yeni sahiplerinin icat ettiği bu sepet oyununa katılan ilk yabancı cengâver olan Henry Biasatti’den sonra 2010/11 sezonunda tam 84 uluslararası basketbolcu ter dökmekte basketbolun zirvesi NBA’de.

Basketbolun Türkiye’de de geldiği noktayı düşündüğümüzde NBA seviyesinde oyuncularımızın olması tabii ki tesadüf değil. Semih ve Ömer’in de katılmasıyla 2010/11 sezonunda NBA’de mücadele edecek sporcularımızın sayısı 5’e yükseldi ve bu, şuanda toplam sporcu sayısı bakımından 11 tane oyuncuyla temsil edilen Fransa’nın arkasından ikinci sırada olduğumuzu gösteriyor ki bu da bizleri gururlandıran en önemli tablolardan birisi olmuş durumda. Şimdi bizleri temsil eden bu 5 oyuncumuzun performanslarına bir göz atalım.

Hidayet Türkoğlu
Hedo draftta seçilen ilk Türkiye doğumlu oyuncu olarak NBA’e adım attığında binlerce mil uzakta bir millet, bu sefer şansımızın tutmasını, bu ümit vadeden gencin ligde kalıcı olmasını diliyordu. Beklentiler sadece bu kadardı zira bir önceki oyuncumuz sadece 1 sene kaldığı NBA’de iki takımda toplam 19 maç oynayabilmişti. Küçük düşünmek için yeterli bir sebep sanki… Bandı biraz ileri sarıp 2010 yılı Aralık ayına geldiğimizde Hidayet Türkoğlu’nu 5 yıl 53 milyon $ bir kontrata sahip, 2008/09 sezonunda liderliğini yaptığı (özellikle son periyotlarda) takımı (Orlando Magic) NBA Finaline taşımış, aynı sezon MIP ödülüne layık görülmüş bir veteran olarak karşımızda… Final oynadıktan sonra Magic yönetiminin katakullisine karşılık Toronto’ya imza atan Hedo, Raptors’da Magic’deki rolünü bulamayıp sabit şutör gibi kullanılınca kötü bir sezon geçirdi ve Suns’a takas oldu bu sezon başında. Burada da kendinden farklı işler istendi, 4 numaraları savunmak zorunda kaldı ve sonunda beklenen oldu ve ilk 5’teki yerini atletik forvet Hakiim Warrick’e kaybetti. Herşey kötü giderken işler tersine döndü ve yapılan takas sonucunda Hido kendini tekrardan Orlando’da buldu ve artık ilk 5 başlıyor takımına önemli katkıda bulunuyor.

Mehmet Okur
Hidayet’in ilk sezonundaki gösterdiği ışıltı (çaylak ikinci beşine seçilmek gibi) gözlerin Türkiye semalarına dönmesini sağlamıştı. Takip eden NBA Draftında (2001) yine Efes Pilsen için (Hedo gibi) oynayan uzun zayıf çocuk 38. sıradan Pistons tarafından seçiliyordu. Herkes bunun büyük bir başarı olduğunu, Mehmet’in bu fırsatı kaçırmaması gerektiğini söylüyordu. Ancak Mehmet herkesin şaşkın bakışları arasında doğru olanı yaptı ve Efes Pilsen’le bir yıllık yeni bir sözleşmeye imza attı ve Suproleague’de edineceği tecrübe sonrası NBA’in kapısına dayanmayı tercih etti. Sezon sonunda soluğu karların şehri Detroit’te alan Memo Pistons’la iki yıllık anlaşma yaptı ve anlaşma bittiğinde Memo elinde bir şampiyonluk yüzüğüyle Salt Lake City macerasına başlıyordu, kafasında yeni bir hedefle; All-Star olmak! Şimdi 2010 Aralık ayından geriye baktığımızda Memo bir şampiyonluk yüzüğü ve 2007 NBA All-Star takımına seçilme onuruyla, takımın ilk 5 pivotu ve haliyle ligin de elit Pivotlarından biri olarak sakatlıktan dönmeyi beklemekte. Maalesef geçtiğimiz sezon yaşadığı aşil tendonu sakatlığı onun 7 aydan fazla parkelerden uzak kalmasına neden oldu. Ama şimdilerde yeniden parkelere adım atan Memo şimdilik bençten gelse de bi kaç maç sonra ilk 5deki yerini alacaktır.

Ersan İlyasova:
“Kırım’lı bir çocuk varmış, Türk yapmışlar çok yetenekliymiş…” Onunla ilgili ilk duyduklarımız bunlardı. Ülker altyapısında parlayan bu genç adam için ileride NBA’e ilk turda hatta ilk sırada seçileceği konuşuluyordu. Ancak o menajerine uydu, acele etti. Daha Ülker A takımıyla bir sezon oynamış ve çok parlak istatistiklere imza atmamışken ve daha sonra kötü bir sakatlık geçirmiş olmasına rağmen 2005 NBA draftına girdi ve Bucks tarafından 36. sıradan seçildi. 2005/06 sezonunu D-League’de geçiren Ersan ikinci sezonunda da aradığını bulamadı ve Avrupa’ya dönüp Barcelona’yla imzaladı. Barcelona’da geçen iki müthiş sezonun ardından 2009’da Bucks ile 3 yıl 7 minyon $’luk bir anlaşma imzaladı ve ait olduğu yere geri döndü. Şu anki durumuna bakacak olursak Bucks gibi kararsız (en hafif tabir bu maalesef) bir takımda (Ersan varken Gooden’a dünyanın parasını yatırmalarına daha ağır şeyler söylenir ya aslında neyse) kenardan gelerek katkı yapmakta ve şutör-ribaundcu bir forvet olarak ligde saygı görmekte. Ancak şu istikrar sorununa da bir çare bulması durumunda eminim ki çok daha iyi yerlere gelecek. Ama bunun için birkaç yıl ve daha mantıklı bir takım gerek sanırım…

Semih Erden:
Eminim Semih Erden deyince herkes sevgili Murat Murathanoğlu’nun sesini hatırlıyordur; “se se semih erden semi semih erden…” Semih Erden NBA’e ihraç ettiğimiz yeni oyuncularımızdan biri. 2009/10 sezonunda Fenerbahçe Ülker ile çok başarılı bir sezon geçirip ardından Dünya Basketbol Şampiyonası’ndaki tarihi başarıda büyük pay sahibi olan Semih, 2008 draftı 60. sıradan kendisini seçen takım Celtics’e bu yaz imza attı. Perkins ve Shaq’in sakatlıkları, Jermaine O’Neal’ın da oynayacak durumda olmaması dolayısıyla takımda süre bulmaya başladı ve Shaq’in yokluğunda da ilk 5 başladı. NBA’de şampiyonluktan başka bir şey düşünmeyen, böyle veteran bir takımda bir çaylak olarak 19. maçında ilk 5’e yerleşip ikinci maçında 40 dakikada 10 sayı 7 ribaund 4 blokla oynaması takdire şayan bir durumdur. Tabii ki sakatlar iyileştiğinde Semih tekrar benche döndü ancak o çok büyük bir adım attı ve kenardan gelerek takıma verdiği enerji çok değerli…

Ömer Aşık:
Semih’le hemen hemen aynı kadere sahip bir genç Ömer Aşık. O da özellikle geçen yıl Fenerbahçe Ülker’de oynadığı dönemde (sözleşmesini yenilemediği için kadro dışı kalmıştı sezonun ikinci yarısı) dikkatleri üzerine çekmişti. O da 2008 draftında ama 36. sıradan Portland tarafından seçildi. Ama sonra hakları Bulls’a gönderildi. O da 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nda savunmasıyla rakip takımları çıldırtan Türk Milli Takımı’nın bir parçasıydı. Semih’in aksine daha çok savunma yönü ağır basan bir oyuncu olan Ömer’i çoğumuz sokamadığı serbest atışlarıyla hatırlamaktayız. Hücumdaki dezavantajlarına rağmen savunma uzmanı Tom Thibodeau’nun Bulls coachu olması, O’nun sezon başından beri düzenli olarak kenardan takıma katkı yapmasının en büyük sebebi olsa gerek… Serbest atışları da yükseliş göstermekte hem; bu sezon %50 civarı atmakta..

Mehmet Buğra Çiçek



NBA’in Şanssız İsimleri

İnsan Şansı Kendi Yaratır; Ya Şanssızlığı?

Yaklaşık 10 yıldır sürekli basketbolla yaşayan, ilk başlarda o zamanın tek basketbol yayını sandığım Fanatik Basket’ten takip eden; daha ilk basketbol dergisini (Pivot) bundan 6 yıl önce harçlıklarını zor bela biriktirdikten sonra alıp birkaç gün züğürt gezmeyi göze alan biri olarak birçok hikâye aktı geçti gözümün önünden. Özellikle de çok yetenekli, ümit vadeden birçok adamın bir şekilde basketboldan koptuğunu, cismen parkede olsa da aslında orada olmadığını görmek zorunda kaldım maalesef…

Hep aklımı meşgul eden bir konuyken bu,  geçenlerde NBA Stüdyo anketlerine bakarken böyle bir yazı yazmaya karar verdim. Kariyerleri çeşitli sebeplerle ama özellikle sakatlıklarla sekteye uğramış oyuncuların, hangisinin yeniden doğma ihtimalinin olduğuyla ilgili bir soru vardı… Şıklar da gayet şıktı; İki yıldır doğru düzgün maç oynamamış Tracy McGrady, Yine lige geleli 3 yıl olmasına rağmen sadece 88 kez parkeye çıkabilen Greg Oden, Thunder’a takası sakatlığı sebebiyle yatan, sonra Bobcats’e giden cam adam Tyson Chandler, 2 yıllık sakatlık döneminden sonra eskisi gibi olmasa da o seviyeye yakın oynamaya başlamış ama malum silah muhabbeti sonrası sezon sonuna kadar NBA Yönetimi tarafından “kadro dışı” bırakılan Gilbert Arenas… Aslında bir de Finley vardı listede ama onu zaten anlayamamıştım, gereksizdi bence zira 37 yaşındaki bir oyuncunun kariyerini tekrar canlandırabilmesi için adının Jason Kidd olması gerek kanımca…

Tabii bu popüler isimler hep göz önünde oldukları için herkes her şeylerini biliyor. Bense bu uzun girişten sonra, kariyerleri büyük sakatlık ve şanssızlıklarla sekteye uğramış iki oyuncudan bahsetmek istiyorum…

Şöyle bir arkaya baktığımda aklıma ilk gelen isim Shaun Livingston. 2004 yılında liseyi bitirdiğinde Duke’un burs teklifini kabul etti ama daha sonra vazgeçti ve NCAA’de oynamadan NBA draftlerine adını yazdırdı. Livingston’daki potasiyele birçok takım hayran olmuştu ki Clippers bunu 4. sırada onu seçerek gösterdi. Livingston 2004-05 yılında Sam Cassell gibi bir ustayla guard rotasyonunu paylaştı. 2.01 boy, 2.11 kanat genişliği onun iki numara da oynamasına imkan veriyordu ki bu fizikten ötürü yeni Magic yakıştırmaları çoktan başlamıştı. Ama işte sakatlıklar daha ilk sezonundan başına bela oldu ve Shaun ilk iki sezonunda tam 73 maç kaçırdı. Fizyoterapistle geçen iki yıl sonunda 2006-07 sezonuna çok iyi bir giriş yapan Livingston en yüksek ortalamalarını elde etmişti (9.3 sayı 5.1 asist 3.4 ribaund). Sezon gayet iyi devam ederken 26 şubat gecesi o malum sakatlık oldu, fastbreakte çok ters basan Shaun, acılar içinde bağırırken, kariyeri de “gelecek vadeden gençten”, “müzmin sakata” doğru yol almaktaydı… Livingston 2007-08 sezonunun tamamını da kaçırdı ve 2008 sezon başında Miami formasıyla parkelere döndü ama o eski umut vadeden gençten eser yoktu, zaten doğru düzgün süre de bulamadı. O guardsız Miami de bile üçüncü guard durumundaydı. Daha sonra Thunder’a gitti ama orada da aradığını bulamadı. Son takaslar sonucunda kendini sahipsiz Wizards’ta buldu bir ay önce. Ve düzenli süre ve top kullanma şansı bulunca biraz kıpırdanmaya başladı, hele Orlando maçında 31 dk 8/11 18 sayı 8 asist 3 ribaund 1 blok gibi bir istatistik yaptı ki, hala o kumaşa sahip olduğunu gösterdi. İnşallah elindeki bu şansı çok iyi kullanabilir…

Maalesef herkes Shaun Livingston gibi şanslı değil! Ne şans mı?? Dediğinizi duyar gibiyim ama o en azından bir şekilde basketbola geri dönebildi. Ya dönemeyenler;

Mesela Jay Williams… Jay Williams, lise ve Duke’de muhteşem sezonlar geçirmişti. New Jersey’ de yılın lise oyuncusu seçilmiş, aynı zamanda All-American takımına çağırılmıştı. Aynı zamanda dersleri de çok iyi olan Jay, geleceğin basketbol yıldızı olarak yavaş yavaş profesyonel hayata doğru ilerliyordu. Liseden sonra Duke’e kaydoldu(gene Duke). Duke’te geçirdiği 3 sezonda 2001 yılında bir şampiyonluk, USA milli takımına karşı oluşturulan kolej takımında oynama onuru, tüm Amerika’da yılın freshmani, 2001 Yılın Oyuncusu gibi birçok başarı yanında 49 yıldır kırılamayan okulun en çok sayı atma rekorunu ele geçirdi. Ve NBA draftına adını yazdırdı. Bu arada Jay’in erken profesyonel olmadığını, okuduğu 4 yıllık Sosyoloji bölümünü 3 yılda bitirdiğini belirtelim…

Böyle başarılı bir kariyer sonrası Chicago Bulls onu Yao Ming’in peşinden, Amar’e Stoudemire, Caron Butler gibi oyuncuların önünde ikinci sıradan seçti Williams’ı. Bu beklenilen bir şeydi hatta Houston’ın Jay’i seçme ihtimali bile ortada dolaşmaktaydı, fakat Rockets Yao’nun gelememe riskine rağmen dev Çinliyi seçti ve Jay Bulls’a kalmış oldu. Sezona “ılık” bir giriş yapan Jay, bir süre sonra istikrarsız performanslar göstermeye başladı. Ama yine de kötü sayılmazdı ki zaten memleketinin takımı New Jersey’e karşı yaptığı triple-double da bunu gösteriyordu…

Ama işte kötü kader Jay’i 19 Haziran 2003 günü yakaladı. Motosikletiyle Illinois’de bir kavşakta düştüğünde, başında kaskı olmadığı, dahası Illinois’de motor kullanmak için gerekli sürücü ehliyetine de sahip olmadığı ortaya çıktı ki Yamaha YZF-R6 kullanarak ayrıca Bulls ile yaptığı sözleşmeye aykırı davranıyordu! Bu kaza sonrası Williams’ın kalça kemiği kırıldı artı bacağındaki ana sinirlerden birini çok ağır zedelendi ve sol dizinde 3 bağ koptu… Hemen ameliyat olan Williams fizik tedaviye başladı. Ama asıl kötü haber Bulls’un kazadan bir hafta sonra guard Kirk Hinrich’i draft etmesiyle geliyordu. Bu seçim Bulls’un ondan vazgeçtiğinin habercisiydi… Zaten daha sonra Bulls kontratını tek taraflı olarak feshetti. Ufak bir güzellik de olmadı değil burada, Bulls aslında hiç tazminat ödemeden sözleşmeyi iptal etme hakkına sahipken genç guarda 3 milyon dolarlık bir ödeme yaptı…

O günlerde Williams basketbola geri dönüp dönemeyeceğini tam olarak kestiremiyordu ve daha sonra bir kez daha şansını denemeye karar verdi. 2008 sonbaharında memleketinin takımı Nets ile garanti olmayan kontrat imzaladı ama daha sonra işler “yine” istenen gibi gitmedi ve bir ay sonra takımdan kesildi Jay… Aynı yılın aralık ayında bu sefer D-League takımı Austin Toros’a imza attı. Ama orda da sakatlandı ve serbest bırakıldı…

Bu Jay’in son kurşunuydu artık ve basketbolu bıraktığını açıkladı. Şuan da ESPN’de kolej basketbolu basketbol analisti olarak görev yapmakta ve Tanrı’ya en azından bir işi olduğu, basketbolun içinde olduğu için şükretmekte…

Evet NBA’de büyük geri dönüşler, büyük şansa sahip elemanlar mevcut ama aynı zamanda bizim Türk tabiriyle “kadersiz” oyuncular da… Bu yazıda şanssızlardan bahsettik, inşallah bir dahakinde “ballılardan”…

Mehmet Buğra ÇİÇEK

Rajon Rondo – Aaron Brooks

sezon ortalaması oldu(playoffta ise %69).

Rondo’yu bu yazının konusu yapan değişim ise 2007 yılındaki malum takaslar ile başladı. Big Three’nin kurulmasıyla kendini ilk 5te bulan Rondo, üzerindeki şüphelere rağmen bu takımın ilk 5 rotasyonundan hiç kopmadı ve 77 maçta oynadı. Play-Off’taki çetin mücadelelerde kimi zaman sinse de heyecanlansa da, yanındaki büyük oyuncuların yardımlarıyla şampiyonluk yolunda takımına büyük katkı verdi. Takım şampiyon olduğunda Rondo da şampiyon bir guard olarak, kendisine şüpheye bakanları şaşırtmakla kalmadı, Rıdvan Dilmen abimizin tabiriyle “üzerine koyarak devam etti”.

Takım olarak şampiyon olamayarak başarısız biten 2008-09 sezonunda, tek teselli ayakları iyice yere basan, savunmada hücumda(şut hariç) tehdit halini alan bir Rondo’nun iyiden iyiye ben geliyorum demesiydi. O sezon En İyi İkinci Savunma Takımı’na seçilerek bu durumu da perçinledi…

Rondo’nun esas patlama sezonu ise henüz biten 2009-10 sezonu oldu. En yüksek sayı(13.7) ve asist(9.8) ortalamalarıyla oynayan “Genç” Rondo Dallas’ta düzenlenen ve seyirci sayısı bakımında tarihe geçen gecede All-Star Doğu Karması kadrosunda yer aldı. Ve nereden nereye dedirtti…

Lige geldiğinde sıradan bir guard olarak görülen, şutu olmayan(hala), cılız bir oyun kurucunun o takas sonrası ligin en iyi dört beş guardından biri olduğunu görmek gerçekten göz alıcı. Bu başarıda Boston Celtics’in o takaslar sonucu kazanan bir takıma dönüşmesi çok büyük etken. Zira 2007 öncesi takım için Paul Pierce’ın “İdmanlarda basit pas çalışması yapmak zorunda kalıyoruz, bırakın oyunları” lafı sanırım yeterlidir. Öyle bir takımda bu seviyelere gelmenin ne kadar zor olduğunu, Al Jefferson’ın şuan ki haline bakarak anlamak çok kolay…

Evet, Rondo buralara gelirken çok çalıştı doğru. Ama zaten çalışmadan bir yere gelmek mümkün değil. Ama o büyük takaslar yapılırken Telfair yerine Rondo’dan vazgeçilseydi acaba şimdi nasıl bir durumu konuşuyor olurduk??

Aaron Jamal Brooks, 14 Ocak 1985’te Seattle’da doğdu. Daha küçükten itibaren iyi bir oyuncu olacağının sinyallerini veren Brooks, ikinci yılında okuduğu lise Franklin High School’u eyalet şampiyonu yaparak basketbol kariyerine hızlı bir giriş yaptı. Şampiyonluk maçında şuanda bir Laker olan Adam Morrison’la karşı karşıya geldi; Morrison’un 37 sayısına karşılık yaptığı 38 sayıyla takımına galibiyeti getirdi. Ne yazık ki turnuva MVP’si diğer maçlarda daha iyi istatistikler yapan Morrison oldu. Fakat Brooks için söylenen, “mümkün olan tüm başarıları kazandı” cümlesi onun için o küçük heykelcikten daha değerli oldu hep…

Kolejde çok büyük olmayan Oregon Üniversitesi için oynayan Brooks, ilk yılından takımın PG pozisyonuna yerleşti ve bireysel olarak 4 başarılı sezon geçirdi fakat Pac-10 gibi sert bir konferansta bulunan Ducks için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. Brooks, birçok maçta takımına liderlik etti, Ducks önemli rakipleri(UCLA, Arizona) yenerken hep Brooks ön plandaydı. Ama hiçbir zaman bir yıldız potansiyeli olarak görülmedi. Ki zaten kolejde yaptığı 13.1 sayı, 4.1 asist, 3.5 ribaunt istatistikleri bu düşünceleri destekler nitelikteydi…

Politika Bilimi bölümü gibi bir basketbolcu için zor bir bölümü bitiren Aaron Brooks, Haziran 2007’de NBA draftine gireceğini açıkladı. İlk turda seçilmesi beklenmeyen Brooks’u Houston ilk tur 26 sıradan seçti. Pek sürpriz olmayan bu kararla bir Rocket olan Brooks ilk yılında Rafer Alston’ın yedekliğinde 51 maçta 11.0 dakika ortalamayla süre alıyor ve açıkçası çok ümit vadeden performanslar sergilemiyordu. Zaten sakatlıklardan kolu kanadı kırılmış Yao’suz Houston’da o yıl tek akılda kalan, üst üste 22 galibiyet alarak NBA tarihinde en uzun galibiyet serisine sahip ikinci takım olmalarıydı…

Bir sonraki sezona hem Yao hem de T-Mac ile ümitle başlayan Houston’da Brooks, Alston’ın arkasında başladı sezona yine. Geçen yıla oranla daha lige ısınmış görünen Brooks yavaştan güven vermeye başlamıştı. Ama onun şansın döndüğü an ise o sezonun ortasına denk geldi. T-Mac’in sakatlanıp sezonu kapatması sonucu, Houston beklentilerin de düşmesiyle bir kumar oynamaya karar verdi ve 19 Şubat 2009 gecesi, takas süresinin dolmasına dakikalar kala Rafer “Skip to My Lou” Alston’u, Jameer Nelson’ın sakatlığı yüzünden guard derdine düşen Orlando’ya yolladı… Bu Aaron Brooks için ilk 5 yolunun açıldığı demekti. Takas sonrasında ilk5’e yerleşen Brooks sürelerinin de artmasıyla ortalamalarını da yükselterek(11.2 sayı, 3.0 asist, 2.1 ribaunt) takımının 53 galibiyetle sezonu tamamlamasına ve playoffta ilk turu geçmesine katkıda bulundu. Ama ne yazık ki sakatlık laneti gene Rockets’i buldu ve ikinci turun 3. maçında Yao sakatlanarak sezonu kapattı. Haliyle Houston’da…

Aaron Brooks için de patlama yılı ise içinde bulunduğumuz 2009-10 yılı oldu. Ne T-Mac ne de Yao’nun olduğu, lidersiz-yıldızsız takımda bir guard olarak liderlik görevine soyundu ve alnının akıyla çıktı bu işten. Kevin Martin gelene kadar takımın hem şutörü hem guardı gibi takılan Brooks, istatistik kâğıdında da takımın lideri oldu. Evet bir All-Star olamadı henüz ama MIP ödülünün kuvvetli adayları arasına girdi ve ileride All-Star da olacağının sinyallerini verdi. Müthiş hızına eklediği şutu ile korkulan bir oyuncu haline dönüşen Brooks özellikle kendinden yavaş guardları perişan ederek sezonu tamamladı. Beklentilerin üzerinde performans gösteren Houston’da Luis Scola ile birlikte takımın uzun bir süre playoff tablosunda kalmasını sağladı. Öyle ki T-Mac takıma döndüğünde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını gördü ve ayrılmak zorunda kaldı. Zira artık patron, düşük egosuyla takımı yöneten, Martin geldikten sonra istatistikleri düşmesine rağmen buna ses çıkarmayan bu bücür adam Aaron Brooks’tu…

Eğer o sezon ortasında T-Mac sakatlanıp sezonu kapatmasaydı, beklentiler böyle düşmeyecek, Rockets o takası yapmayıp belki de Houston Rafer Alston’la şampiyonluk kovalayacaktı.  Ve Brooks sıradan bir yedek guard olarak devam edecekti kariyerine. Ama işte hep diyoruz ya NBA, içinde bulunan malzemecisinden kulüp sahibine kadar birçok hikâyeye sahip… Ballı da var Kadersiz de…

İlginçtir, bu iki oyuncu da dâhil olmadıkları takaslar sonucu kariyerlerini başka seviyelere taşıdılar. Daha önce de dediğim gibi tabii ki çalışmadan bunları başarmak mümkün değildi ama sadece çalışarak da olması zordu. Hep denir ya doğru yerde doğru zamanda olmak… Sanırım bu iki guard için söylenebilecek en iyi cümle budur.

Mehmet Buğra ÇİÇEK